KAÇEP Nedir ?

KAÇEP, Kadın "Aile Çocuk Engelli Politikaları" nın kısaltmasıdır.

KAÇEP olarak amacımız dayanışmayı, paylaşmayı ve kardeşliği esas alan ahenk içinde huzurlu bir toplumsal düzenin tesis edilmesidir.

İLETİŞİM
  • Adres: Ceyhun Atuf Kansu Caddesi
    No:128
    Balgat/ANKARA
  • Telefon: +90-312-472 55 55
  • Faks: +90-312-473 15 44

TÜRKLERDE AİLE ANLAYIŞI

 

Dr. Ali GÜLER

 

Türklerde Aile ve Evlilik Tipleri

“Ana, baba, çocuklar ve tarafların kan akrabalarından (aile biçiminin gereğine göre) meydana gelmiş ekonomik ve toplumsal birlik” olarak tanımlanan aile, toplumun önemli bir parçasını oluşturur.

İslâmiyet öncesi Türk toplumunda ilk sosyal birlik olan ve “oguş” (veya uguş) sözü ile ifade edilen aile, sosyal bünyenin çekirdeği durumunda idi. Bu sebeple, aile sistemini esasları siyasî, sosyal hemen bütün Türk kuruluşlarına ve fertlerin davranışlarına yansımıştır. İslâmiyet öncesi Türk toplumundaki özel mülkiyette, özel hukukta, inanışları himayeye yönelik sosyal davranışlarda, soy’a saygıda, adalet, dinî hoşgörü anlayışlarında ve bütün bunları gerçekleştirmek ve korumakla görevli olan devletin “baba” telâkki edilmesinde Türk ailesinin (ana, baba, çocuklar ilişkilerinde temellenen) prensiplerini görmek mümkündür. Esasen bu dönemde aile, devletin dayandığı iki temel sosyal birliktelikten birisi idi.Nitekim, Bahaeddin Ögel, “Türk devlet anlayışının kökleri daha çok aile ile aileden daha büyük olan köy düzenlerinden geliyordu” şeklinde ifade ettiği bu oluşumu, “aileden imparatorluğa” şeklinde sistemleşmiştir.

Sosyologlar ve antropologlar, “evlilik biçimleri” ve “yapı evrimleri” bakımlarından çeşitli aile tipolojileri geliştirmişlerdir. İslâmiyet öncesi Türk ailesi ile ilgili olarak da çok fazla tipoloji tartışması yapılmıştır. Avrupalı sosyologlardan bir kısmı Grenard’ın “Türkistan’da Türk ailesi pederşahîdir” ifadesinde birleşmişlerdir. Bu görüşe karşılık Ziya Gökalp, “hiçbir Türk şubesinde Türk ailesinin pederşahî bir şekilde olmadığını”, ileri sürmüştür.

Ögel ise, Türklerde “ana ailesi” (maderşahî)nin “en ufak izine bile rastlanmadığını” söylemektedir.

“Pederşahî aile” ile “pederî aile” arasında önemli farklılıklar vardır. Çeşitli topluluklarda görülen pederşahî aile, babanın sultasına dayandığı halde; pederî aile, velâyet esasında baba hukukunun hâkim olduğu bir aile tipidir. Pederî ailede baba söz sahibi olmakla birlikte, ananın da aile işlerinde fikri alınmaktadır. Pederî ailede miras ve akrabalık, iki taraflıdır (agnatik ve kognatik); yani hem baba soyunu, hem ana soyunu takip eder.

Gerçekten de Türklerde çok gelişmiş bir “baba ailesi” vardı. Evin ve devletin sahibi ve başı baba idi. Bunun için Dede Korkut Kitabı’nda da evden söz açılınca “atam anam evine dönsem” deniyor ve ev ile ocağın sahibi baba ile ata daha önce anılıyordu. Türkleri esaretten kurtaran ve İkinci Göktürk Devleti’ni kuran İlteriş Kutlug Kağan da şöyle demektedir: “Türk Milleti yok olmasın diye Tanrı tarafından hatunu İl Bilge Hatun ile birlikte tahta çıkarılmıştır”.

Türkçedeki aile ve akrabalıkla ilgili kelime ve kavramların, evlilik sistemi ile ilgili gelenek ve törenin, miras hukukunun, nihayet kadının aile ve sosyal hayattaki statüsünün gösterdiği üzere, “kan akrabalığı esasında” yapı bakımından kuvvetli, gelişmiş bir “baba ailesi” (pederî) biçimde olan Türk ailesinin temeli “dışarıdan evlenme”, (exogamy)ye dayanıyor.

Büyük Hun İmparatorluğu’nda, hakanların kız aldıkları belirli boylar vardı. Aynı gelenek Göktürklerde, Uygurlarda ve Kırgızlarda da görülüyor. Yenisey Kitabeleri’nden birindeki “yatta tünirime adrıldım” (yad eldeki dünürümden ayrıldım) ifadesi de gösteriyor ki, İslamiyet öncesinde Türklerin dünürleri yad el-den oluyordu. Dışarıdan evlenme geleneği Dede Korkut Hikayeleri’nde de açıkça görülmektedir. Meselâ, İç Oğuz Beyi Oruz idi. Baybeyrek ile nişanlısı Banu Çiçek birbirini tanımıyordu. Kazan Bey’in oğlu da “yad kızı helâlime destur versin” diye vasiyet ediyor; Deli Dumrul “yad kızı helâlim var” diyordu.

Birçok Türk lehçesinde yer alan “dünürcü” ile ilgili kelimeler, anne tarafından akrabalık” ifade eden “tay” sözü ve “kalın” gibi müesseseler de, dışarıdan evlenme geleneğini kuvvetli bir şekilde göstermektedir.

Türklerde ölen kardeşin dul kalan zevcesi ile veya çocuksuz üvey anne ile evlenme şekli (leviratus) mevcuttu. Üvey anne ile yapılan evlenmelerde oğullar, kendilerinin doğumundan sonra babası tarafından alınan kadınlarla evlenebilirdi. Türklerde bu geleneğin gayesi; dul kalan kadınları himaye ve onların hayatını garanti altına almak ve aile mülkünün parçalanmasını önlemekti.

Levirat geleneği aynı zamanda “ailenin bölünmezliği” anlayışının bir sonucu olarak da değerlendirilmektedir. Ölen bir kardeşin eşi ile çocukların sahipsiz kalarak, yoksulluk içinde yaşamalarına izin verilmiyordu. Sahipsiz kalan çocukların başlarını alıp gitmesi de onlar için büyük bir kayıp sayılıyordu.

İslâmiyet öncesinde Türk ailesi yapı bakımından “geniş aile” (veya büyük aile) şeklinde değil, “küçük aile” tipinde idi. Eski Türk ailesinin küçük aile olduğu bazı tarihî kayıt ve müşahedelerle belirlenmektedir. Meselâ W. Eberhad, Tabgaç ailesinin böyle olduğunu tespit etmiştir.

Eski Türklerde görülen dışarıdan evlilik (exogamy) ve “küçük aile” yapılanması “tek eşle evlilik”i de (monogamy) beraberinde getirmiştir. Türklerde genellikle tek eşle evlilik görülmektedir. Fakat yaygın olmamakla birlikte “çok eşle evlilik” (poligamy veya taaddüd-ü zevcât) de vardı. Sadri Maksudi Arsal, “eski Türk dilinde çok zevcelilik halini ifade eden bir kelimenin bulunmaması, Türklerde, lisanları yapıldığı zaman çok kadın alma âdetinin mevcut olmadığını gösterir” diyerek, bu geleneğin sonradan oluştuğunu belirtmektedir.

Başta Dede Korkut Hikâyeleri olmak üzere Oğuzlarla ilgili bütün destanlarda, hepsi “beğlerden” olan kahramanların bir tek kadınla evli oldukları görülüyor. Destanlarda, Divanü Lügati’t Türk’te, Kutadgu Bilig’de “kuma” ve “ortak”tan bahis yoktur. Meselâ Beylerbeyi Kazan’ın bile bir tek karısının (“boyu uzun Burla Hatun”) adı geçiyor. X. Yüzyılda Oğuz ülkesini gezen İbn Fazlan, Oğuz Subaşının ve misafir kaldığı bir Oğuzun tek kadınla evli olduğunu görmüştü.

Geç Uygur hukuk belgelerinde ve Oğuz Kağan Destanı’nda görülen “kumalar” ise İslamiyet’le başlamaktadır.

Çok eşli evlilik Türk ailesinde kendine has özellikleri olan bir durumdu. Türkler, ilk kadının rızası ile çocuğu olmaması halinde ikinci bir eşle evlilik yapıyorlardı. Daha çok zenginlerin bir kaç kadınla evlendiği görülüyordu. Fakat Türklerde ilk kadın evde “baş kadın” idi. Her zaman saygıdeğer ve üstün tutulmuştur. Meselâ Göktürklerde, hakanlık tahtına sadece birinci kadınların çocukları çıkabilmişlerdir. Orta Asya’da Kırgızlar ilk kadına “ev sahibesi” anlamına gelen “Bay-Biçe” diyorlardı. Bir Kırgız atasözünde “evin birinci sahibi (erkek olarak) eve doğar, ikincisi de Bay-Biçe olarak dışarıdan gelir” ifadesiyle ilk kadının statüsü vurgulanmaktadır.

Kaşgarlı Mahmut, birinci kadının “oglagu hatun” yani “doğuran ve doğurduğu iyi olan hatun” olarak tanımlamıştır. Dede Korkut’ta, “başım tahtı, evim bahtı, kadınım, direğim, dölüğüm” diye anılan kadınlar da evde, ya “baş kadın” veyahut “tek kadınlar” olmalıdır.

 

Türk Ailesinde Baba

Türklerde eskiden babaya, “kang” derlerdi. Göktürk Kitabeleri’nde Kültigin babası İlteriş Kağan’ın devleti kuruşunu anlatırken, “kangım kağan yit yegirmi, erin taşıkmış taşra” (babam kağan on yedi adamla başkaldırmış) diyor.

Aynı babanın oğullarına “kangdaş” üvey kardeşler için ise, “kangsık” deniyordu.

Türkçede baba anlamına gelen “kang” sözü, akrabalık ifade eden “ka” sesi ile başlamaktadır. Bu sesle başlayan çok ayıda akrabalık ismi, eskiden olduğu gibi, bugün de yaygın olarak kullanılmaktadır (kardeş, kayın vb.).

XI. yüzyıldan sonra Türkler babaya “ata” demeye başladılar. Eski Türkler de bugün bizim ana-baba söyleyişimiz gibi, anayı öne alarak “öğ ve kang” diyorlardı.

Anadolu’da babaya “ece, izi, ede, eye” denilmektedir. Bu Anadolu sözleri de en eski Türklerdeki ”eşi, içi, ige” gibi deyişlerden başka bir şey değildir. Bunlar daha çok “evin büyüğü ve sahibi” için söylenirdi. Evin büyüğü için bazı Türkler ise, “ot ağası”, yani “ateş ve ocağın ağası, sahibi” demişlerdir.

Ataç”, en eski Türklerde hem “babacığım” hem de “babasına çeken oğlan” demekti. Çünkü Türkler babadan oğula doğuştan, çok şeyler geçtiğine inanıyorlardı. Nitekim “ata oğlu ataç doğar” (babasının oğlu babasına benzeyerek doğar) atasözü, bu inanışın bir ifadesiydi. Yine, “ata orunu, oğulka kalır”, (babanın yeri ve şerefi de oğluna kalır) deniyordu.

Türk anlayışına göre oğlu yetiştirmek babanın, kızı yetiştirmek ise annenin vazifesi idi.

Ana-babaya saygı eski Türklerde olduğu gibi Selçuklular çağında da çok kuvvetliydi. Meselâ oğlu Aya, Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın verdiği altın kesesini almak için, babasının yanına dizleri üstünde gidiyordu.

“Baba hakkı”, yani “atalık”, Türklerde sonsuz bir hak değildi. Mete ve Oğuz Kağan töreye karşı geldikleri için babalarını bile öldürebiliyorlardı. Baba oğlunu evlendirmek zorunda idi. Baba bu vazifesini yerine getirmez ise, oğlan “kalın” veya “başlık” parasını zorla babasından alabilirdi. Halk ve beyler bunu normal karşılardı.

 

Türk Ailesinde Anne

Eski Türklerde anneye “ög” derlerdi. Bugünkü “ögsüz” de buradan gelmektedir. Kültigin, kitabelerde Göktürk Devleti’nin kuruluşunu anlatırken; “Türük bodun yok bolmazun tiyin, bodun bolçun tiyin kangım İlteriş Kaganıg, öğüm İlbilge Katunug Tengri töpüsinte tutup yügerü kötürmiş...” (Türk milleti yok olmasın, bir millet olsun diye, babam İl-Teriş Kağan ile annem İl-Bilge Hatun’u Tanrı tepelerinden tutmuş ve (insanoğullarının) üstüne çıkarmış diyordu. Kitabeler’den Kültigin’in “ögsüz” anasız adında bir atı olduğunu da öğreniyoruz.

İlk defa Altay Dağları’nın kuzeylerinde Göktürk yazılarıyla yazılmış Kemçik Yazıtı’nda görülen anne (ög) sözü, Uygur çağında da “ög” (anne) şeklindedir. (Meselâ, “öglüg” anneli, anneli olan; “ögsüz” annesiz.)

Divanu Lügati’t-Türk’te “ana (meselâ, I., 32, II,., 96, III, 18) ve “apa (I., 86) olarak görülen anne, diğer Türk lehçelerinde şu şekildedir: Kıpçak: “ana”, Altayca: “ene”, Çağatayca: “aça” (ana, kocakarı), Kaçar: “ene”, Kazan: “eni”, Kırgız “ene” ve “apa (büyük hemşire, anne), Hebet: “ene”, Sagay: “ene”, şor, Telcüt: “ene”, Çuvaş: “ama” ve “an’ne”.

Uygurlarda “ana-ata”, ana-baba sözleri çok yaygındı. Anadolu’nun kültür gelişmesinde büyük tesirleri olan Harizmşâhlar’da ise büyük anaya, “ulu ana” deniyordu. Oğuzlar eskiden anneye, Anadolu’da az görülen “aba”da diyorlardı.

Türk aile hukukuna göre, babadan sonra aileyi anne temsil ederdi. Bundan olayı annenin yeri, babanın diğer akrabalarından ileridir. Babanın mirası anneye değerdi. Çocukların vasisi de o idi. Türk tarihinde kadınların hükümdarların “naibi” olabilmeleri veya devlet içinde söz sahibi olmaları da bundan ileri geliyordu.

Türk kültüründe kadına verilen değerden dolayı, “ana-baba”, “karı-koca” denirken, anne babadan önce söylenirdi. Göktürk çağında da anne sözü babadan önce kullanılıyordu. “Annenin öğüdünü al, babanın da sözünü dinle” veya “annesi babası sevinir” gibi deyişlerde hep anne önce söyleniyordu. Bir Uygur yazısında ise “anne ve babanın gönlünü oğlu ve kızı almaz” deniyordu.

Anneyi öne alan bu gelenek, Dede Korkut Kitabı’nda daha manalı olarak “ana-ata” ve “kadın ana-beğ” şeklinde görülmektedir. Buradaki “kadın” tanıtması “beğlik gibi” ananın bir unvanıdır. Kadınlık burada anneyi yüceltmek için söylenmiştir. Yine Göktürk yazıtlarından anne, “öğüm hatun” (annem hatun) şeklinde hatun unvanıyla birlikte anılmaktadır.

“Karı” sözü Türklerde tecrübeli, güngörmüş yaşlı ve çok bilen kimseler için söylenirdi. Bunun için Dede Korkut Kitabı’nda ana ve babayı yüceltmek için sık sık “karı anam-koca babam” deniyordu. Anlaşıldığına göre karılık tanıtması, annenin yalnızca yaşlı olduğunu göstermek için söylenmiyordu. Anasından, babasından görmüş tecrübeli ve soylu, iyi bir aile kızı da “karı” unvanıyla tanıtılabilirdi. Küçültme eki ile bazan “karıçuk anam”, “karıçuk kadın anam” deniyordu. Uygur belgelerinde, Dede Korkut’a yakın bir şekilde “ak saçlı karı anam” geçmektedir. Annelerini, “anam tuğlu kutlu ağa” diye adlandıran Uygurların eski şiirleri, anneyi “tuğluluk” ve “kutluluk” tanıtmalarıyla onurlandırıyordu. Annenin ünvanı da, burada “hatun” yerine “ağa” idi. “Anneciğim” kullanışı da eskiye dayanıyor.

“Ana terbiyesi” Türklerde ayrı bir önem, değer ve mana taşıyordu. Türklerde, “oğlanın terbiyesi babaya, kızınki ise anaya” bağlanmıştır. Bunun için anaya benzeyen soylu kıza “anaç”; babasına çekmiş oğlana da “ataç” diyorlardı. Fakat oğlanın terbiyesi de belli bir çağa kadar annenin yanında gelişiyordu. Bundan dolayı Kırgız Türklerinde “serserinin dilini anası anlar” diye bir atasözü vardır.

Türklerde insan olma ve insan olarak doğmanın, çocuk terbiyesinin en başta gelen sembolü “ana-sütü”dür. Kırgız Türkleri, insanların en kötülerini, “ana sütü emmemiş, ata nedir bilmemiş, saçını güneşte taramış” yani “evde büyümemiş” sözleriyle tanıtırlar. Türk mitolojisinde Oğuz Kağan gibi Türk büyükleri doğar doğmaz çok çabuk büyürlerdi. Ancak çocuğun bu gelişmesi annesinin sütünün ilk “ağızı”nı almadan olmazdı. İslâmiyet’ten sonra Oğuz Kağan Destanlarında ise, Oğuz Kağan doğunca, “annesinin memesini tutar ve annesinden İslamiyet’i kabul etmesini” ister. Annesine “yoksa sütünü emmeyeceğini” söyler. Anne bu söz üzerine İslâmiyet’i kabul etmiştir.

Dede Korkut Kitabı’nda da “ağ sütün doya emzirse, ana görklü” (görklü, güzel ve iyi anne, ağ sütünü çocuğuna doya doya emziren annedir), anneler çağrılırken, “beri belgil ağ sütünü emdiğim, kadınım ana”, “ağ pürçekli, izzetli canım ana” deniyordu. “Ağ sütünü helâl eyle anam bana” diye and içilirdi. Böylece ana terbiyesi gibi “ana hakkı” da “süte” dayandırılıyordu.

Türk düşüncesinde “ana hakkı, Tanrı hakkı” hep birlikte anılır. Dede Korkut’ta “anaya el kalkmaz ve söz söylenmez.” Çünkü ana hakkının yanında Tanrı hakkı vardır.

“Sütanne ve analık”ta, Türk töresinde yer alıyordu. Analık veya evlâtlık olmanın bazı şartları vardı. Evlât edinecek kadın “çocuğa lohusa yatağında süt verir, çocuk da analığın göğsüne dokunurdu.” Bundan sonra analıklar, bu çocukların evlenmeleri halinde oğlan ise kalın, kız ise çeyiz vermek zorunda idiler.

Bu geleneğin dışında çocuklara süt emzirmek için tutulmuş kadınlar da vardı. Dede Korkut Kitabı’nda da bunlara “taya” deniyordu.

“Dadılık” ise Türklerde, küçük çocuklar için bir “bakıcılık vazifesi” idi. Bu “bakan ana”dır. Kırgız Türkleri buna “kötürgön ene” diyorlardı. Dede Korkut’ta Banu Çiçek’in güçlü bir dadısından bahsedilmektedir. Kazan Beğ de bir ara şaka yoluyla “sizi yumrı yumrı tadım tayam sandım” diyerek kendi dadısından söz açıyordu. Kız çocuklarının bakılması ve terbiyesinden sorumlu olan taya, dadı ve yengeler, kız büyüdükten sonra da kızın yanında kalabiliyor; oğlan çocukları ise biraz büyüyünce “atağbeğ” ve “lala”ların terbiyesi altına veriliyordu.

Türklerde “üvey ana” da görülmekteydi. Fakat Türk töresinde ilk kadın ölse bile, mirasta birinci derecede hakka sahip idi. Babanın mirasında da ilk kadının çocukları en büyük paya sahiptiler. Bu durumda üvey anne, ikinci kadın, “kuma” veya “ortak” derecesinde kalmaktadır. Bunun için Türkmenlerin Şeceresi’ndeki Oğuz Destanı’nın bir bölümünde, Buğra Han’ın oğlu ile üvey annesi arasında geçen mücadele, üvey annelerin aile içindeki durumları hakkında bize bilgi verebilmektedir. Bilindiği gibi, Türk masallarında üvey ana, “kötü kadın” motifleri ile işlenmektedir. Mete’nin, üvey annesinin sözüne kanan babasını öldürmesi, devlet ve Hun ileri gelenleri tarafından meşru görülmüştür. Çünkü Mete, ilk hatunun büyük oğlu idi ve töreye göre onun veliaht olması gerekiyordu.

Türkler özellikle İslâmiyet’in de tesiriyle sonradan, “nikâhlı kadın” manâsında “helâl”i de kullanmışlardır. Dede Korkut’da Hz. Muhammed ve Sahabeler’in kutluluğu ve görklülüğü sayılırken, “dizin basıp oturanda, helâl görklü” deniyordu.

“Avrat” ise, “dişi” demekti. Yani insanın dişisidir. Türkler bunu eskiden “aragut” şeklinde söylerlerdi. Dede Korkut Hikâyeleri’nde “avrat” (dişi) sözü ile ilgili verilen bilgiler, Türklerin “kadınlık”la “dişilik”i ayırdıklarını göstermektedir. Kadınlık basit anlamda dişilik olmayıp, daha çok kutsallık ifade ediyordu. Meselâ Dede Korkut’ta “ladayuban (yani aldatarak) er tutmak, avrat işidir”, “övünmelik avratlara bühtandır”, “öğünmekle avrat er olmaz” ve “birisi evin dayağıdır, birisi nice söylesen bayağıdır” söyleyişlerinde bu farklılaşma ortaya konuyordu. Oğuzlar, “karavaşa” (hizmetçiye) don (elbise) geyürsen, kadın olmaz” derken de bunu kastediyorlardı.

Türk anlayışında “evin sahibi” kadındı. Bundan dolayı “ev kadını” için söylenen en yaygın söz de “evci” idi. Göktürkler bu anlamda kadın için “eş” sözcüğünü kullanırken, Osmanlılar “evdeş”, Çağatay Türkleri “evlik” diyorlardı. Bu sözlerden başka Türkler “zevce” için eskiden, “eşi, işler, yotuz, egmiş” gibi daha çok unvan olan kelimeleri kullanıyorlardı. Anadolu’da ise kadın, “başa, başyoldaşı, bike ev şenliği” gibi kelimelerde anılıyordu. Yine Anadolu’da “hanım efendi” karşılığı olarak, Kırgızların “evin gerçek sahibesi, baş kadın” için kullandıkları “baybeçe, baybiçe” sözü görülmektedir.

XI. yüzyılda Türkler, asil ve soylu baş kadınlara “oğlağu hatun” diyorlardı. Bunun anlamı ise “soy ve veliaht veren hatun” idi. Yine Harizmşâhlar, tecrübeli ve bilgili kadınlar için “uz hatun” demekteydiler.

Türk kadınının hususiyetleri; (yukarıda işaret edilenlerin dışında) ahâk ve namus anlayışı, iffetli olma hali, sadakati, ailesine ve evine muhabbeti, merhameti, doğruluğu, kocasına saygısı gibi konularda yoğunlaşmaktadır.

Dede Korkut’ta Dirse Han tarafından karısına yapılan bir “soylama”da Türk kadını, “beri belgil başım bahtı, evden çıkıp yürüyende selvi boylum, topuğunda sarmaşanda kara saçlım, kurulu yaya benzer çatma kaşlım, koşa (çift) badem sığmayan dar ağızlım, güz elmasına benzer al yanaklım” şeklinde tasvir edilerek övülmektedir.

Türk ailesinde sarsılmaz bir karı-koca saygı, sevgi ve sadakati vardır. Gerdeğe girdiği gün murat alıp vermeden yalnız kalan gelin; kocası dönünceye kadar, onu bekleyeceğini şöyle anlatmaktaydı: “Yiğidim, men sana bir yıl bakam. Bir yılda gelmez isen iki yıl bakam. İki yılda gelmez isen üç yıl, dört yıl bakam. Dört yılda gelmez isen beş yıl, altı yıl bakam. Altı yol ayırdında çadır dikem, gelenden gidenden haber soram. Hayır haber getirene at, don verem, kaftanlar geydürem. Şer haber getürenin başın kesem. Erkek sineği üzerime kondurmayam.

Yine Kutadgu Bilig’e göre, Selçuklu kültür çevresinde Türk kadını takvâ yanında, “hâyâ” sahibi, “temiz”, “el değmemiş”, “başka erkek yüzü görmemiş” olmalıydı. Nitekim Yusuf Has Hacib eserinin “evlenme” bahsinde; “eğer evlenmek istersen, çok dikkatli ol ve iyi bir kız ara. Alacak kimsenin soyu-sopu ve ailesi iyi olsun; kendisinin de hâyâ ve takvâ sahibi, temiz olmasına dikkat et. Alacaksan el değmemiş ve senden başka erkek yüzü görmemiş olan bir aile kızı almağa çalış. Böylesi seni sever ve senden başkasını tanımaz, yakışık olmayan münasebetsiz hareketler de bulunmaz...” diyordu.

 

Türk Ailesinde Çocuklar

Eski Türk ailesinde anne ve babanın yanında “çocuklar” (oğul ve kız) önemli bir yere sahiptiler. Eskiden “oğul”, “evlât” anlamına geliyordu.

Türkler “kardeş”e “karındaş” diyorlar; kardeşi de içine alan “akraba” an-lamında ise “kardaş”ı kullanıyorlardı. Babaları bir olan kardeşlere “kangdaş kadaş”, anaların ayrı olan kardeşlere de “igdiş kadaş” deniyordu. Üvey oğul, “ögey oğul” veya “baldır oğul”; üvey kız, “ögey kız” veya “baldır kız” diye anılıyor, ayrıca üvey oğula “kanğsık oğul”da deniyordu.

Kız çocuğu anlamında “kız” sözü, en eski belgelerde ve bütün Türk lehçelerinde görülmektedir: Eski Türk yazıtlarında “kız”, “kız kudız” (kız kızan) “kızakım oglım” (evlatlık kızım); eski Uygur Türkçesinde “gız” (kız, genç), “kızkız” (genç hanım, kız evlât); Divanü Lügati’t-Türk’te “kız, kız çocuk”, “kız kırkız” (cariye); Kıpçaklarda, “kız”; Kazan Türkçesinde “kız”; Kırgız Türkçesinde “kız bala” (kız çocuk), Çuvaşça’da “hız”, Yakutça’da “balıs” (yaşça küçük kadın veya kız) olarak görülen “kız” adının yanında ayrıca “küçük kız kardeş”i belirtmek için “singil” (Uygurca), “sinil” (Bügdüz, Mişer ve Kazan) ve “sinğdi” (Kırgızca) kelimeleri bulunmaktadır.

Türkler “büyük kız kardeş” (abla) için de, “eke, apa, eçe, eke, eze, piçe, eye, ava, egeçi, epe, eceke, ece, eges, eciy, akka ve appa” gibi sözleri kulllanmışlardır.

Türkler kız ile erkek çocuk arasında bir ayrılık görmüyorlardı. Kız çocuklara sahip olmak onlarda, meselâ İslâmlık öncesi Arap toplumunda olduğu gibi bir zillet değildi. Hun ve Göktürk çağından beri gelen bütün belgelerde bu durum açık olarak görülmektedir. Nitekim Türk destanları ve gerçek hayatında kadının gerek aile içinde gerek sosyal ve siyasî hayatta şerefli ve üstün bir mevkide bulunması da bu anlayışa dayanmaktadır.

Dede Korkut’ta Bay Biçen Beğ kız çocuğu olması için “kalın Oğuz” beylerinden alkışta ya da duada bulunmalarını rica ettiği gibi; oğlu olanlar ak otağda, kızı olanlar da kırmızı otağda konuk ediliyorlar, çocuğu olamayanlar ise kara çadıra alınıyorlardı.

“Bekâret” anlayışı Türklerde, İslamiyet’ten önce de vardı. Türkler “bâkire kız” için “yinkçe kız” yani “ince kız” diyorlardı. “İnce kişi” de ibadet eden, Tanrı yolundan ayrılmayan kişidir. Bâkire kıza, halk dilinde ve biraz da kabaca “kapağlığ kız” deniyordu. Yalnızca, “kız” sözü bile bâkire anlayışını içine alabiliyordu. Kaşgarlı Mahmud’un çok eski bir atasözüne göre, “kızı (yani bâkireyi) kalın verebilen alabilirdi.” Bu atasözünde de görüldüğü gibi bekâret meşru evlilikte aranan önemli bir konuydu.

Göktürk yazıtlarında ise “bâkire” karşılığı olarak kullanılan söz “silig” veya “silig kız oğlı” idi. Aslında eski Türkçedeki silig veya silik sözü, “temiz saf” demektir. Sonradan bu sözün manası genişlemiştir. Bu söz İslamiyet’teki “bikr-i hakikî” karşılığı olarak söylenmiştir. “Bikr-i hükmî”nin eski Türklerde karşılığını bilemiyoruz. Evlenmemiş bekâr kıza “ev kızı” da deniyordu.

Türklerde “zina” çok büyük bir suçtu. Zina suçu işleyenler çok şiddetli cezalara çarptırılıyordu. Genellikle zinanın cezası ölümdü. Bu konuda suç işleyen ve kız bozanlar için “kızadı” veya “kapadı” sözleri kullanılıyordu. X. yüzyılda Bulgar Türklerini ziyaret eden İbn Fazlan, kadın ve erkeklerin bir birlerinden kaçmadıklarını belirttikten sonra, “herhangi bir şekilde zina etmezler. Zina onlara göre en büyük suçlardandır...” diyerek zina yapanların öldürüldüklerini söyler.

Kız evlendikten sonra koca evinin üyesi oluyordu. Büyük oğul, babadan sonra ailenin “büyüğü” idi. Küçük oğul ise, baba ocağını devam ettiren “ocak beyi”, yani “ot tigin” idi. Çünkü oğullar evlendikçe ayrı eve taşınırlardı. Kızın miras hakkı da, koca evine “çeyiz” olarak giderdi.

Dede Korkut Hikâyeleri’nde kardeş sevgisi, kardeşe sahip olmanın önemi çok canlı olarak dile getirilmektedir. Beyrek’in ölüm haberi gelince, “Oğuz’un kızı, gelini kas kas gülmez oldu. Kızıl kına ak eline yakmaz oldu. Yedi kız kardeşi ak çıkardılar, kara elbiseler giydiler.” “Vay beğim kardaş, muradına, maksuduna ermeyen yalnız kardaş” deyip ağlaştılar. Yine, Bamsı Beyrek, bezirgânlara kendi kız kardeşlerini görüp görmediklerini sorunca onlardan, “yedi kız kardeşin, yedi yol ayrımında ağlar gördüm, güz elması gibi, al yanakların yırtar gördüm, vardı gelmez kardeş diye zârılık eder gördüm” cevabını alır.

Dede Korkut’un başka bir yerinde de Beyrek’in “ulu kız kardeşi (Ozanı) Beyrek’e benzetti, kar kıyma gözleri kan yaş doldu” deniyor. Görülüyor ki, Oğuzlarda “abla”ya “ulu kız kardeş” denmeye başlamıştı. Kızlar erkek kardeşleri Beyrek’e ise “ağam” diyorlardı. Bu Anadolu’da bugün kullanılan “ağbey” sözünün başlangıcı idi: “Ağam Beyrek’e benzedürem Ozan seni, sevindirdin, yerindirme Ozan meni.”

Zaman zaman ailede annenin yerini tutan “apa” veya “aba”ya küçük kardeşlerin terbiyesi ve yetiştirilmesi görevi de yüklenmiştir.

 

Türklerde Evlenme ve Bununla İlgili Törenler, Gelenekler

Türk anlayışına göre “evlenme” ve “yuva kurma”, toplumun ve devletin temeli idi. Türklerde “evlenme”, “ebledim oglımın, yani oğlumu evlendirdim” şeklinde söyleniyordu. Zaten “eb” sözü eski Türkçede “ev”, “çadır” anlamlarına gelen bir sözdür.

Uygurlar, evlenmeye “kavuşmak” da diyorlar; evliliğin aşk ve his yönünü belirtiyorlardı. Evlilik, Anadolu’da aynı zamanda bir “duman kurma”dır. Yakutlar, evliliğe “sönmez bir ateş yakma” da diyorlardı. Çünkü Türk aile hukukunda “ocak” kutsaldı. Eve gelen gelin “evi aydınlatan bir ateş” olarak görülüyordu.

Evlenme Türklerde bir “koşulma, dirlik, derim” veya “tiriglig”; yani, “birlikte yaşama” olarak görülmekteydi.

Türklerde İslâmlık öncesinde de, sosyologların en ileri “evlilik ve eş seçme” şekli olarak ifade ettikleri “aracı ve görücü” usulüyle evlenme vardı. Meselâ, komşu Moğollarda ilkel bir eş seçimi olarak kabul edilen “serbest seçimle evlilik” (kızlar ve erkekler bir nehir kenarına gidiyorlar ve birbirlerini seçiyorlardı) bulunuyordu.

Türk geleneğinde “aracı” (Divanü Lügati’t Türk’de “arkaçı” veya “savçı”), evlenme “akid” ve anlaşmasını hazırlayan veya yapan kimselerdi. Kız ile erkek önceden anlaşmış olsalardı bile, evlenme anlaşması için, kız ve oğlan aileleri aracıların yardımlarını istiyorlardı. Evlenme antlaşması için, herkesin bir araya gelmesi gerekiyordu. Toplantıda saygılı ve tecrübeli kişiler, “aksakallılar” bulunuyorlardı. Bu kişiler aynı zamanda birer “tanık” idiler. Böylece evlenme de de meşruiyet ile kanun, “töre” temeline oturmuş oluyordu.

Türk aile hukukunun temelini teşkil eden bir gelenek de evlenmede “kalın” ve “başlık” verilmesi idi. Kalın, kız ailesine verilen bir aile malıdır. Esasında kalın “başlık”tan farklı idi. Kalın daha çok babası sağ iken oğulların evlenebilmeleri için verdiği paydır. Başlık ise, evlenme sırasında kız ailesine verilen bir “hediye” görünüşündedir. Kalın ise daha sosyal bir olaydır. Baba malından elbette kızlara da pay düşüyordu. Bu da kızın “çeyiz”i idi. Genel olarak söylersek, kalın hem ekonomik bir değer, hem de kadın açısından bir güvenlik, hem de ailenin bölünmezliği ile ilgili bir uygulama olmaktaydı.

Türklerde evlilik daha çok, “söz kesme” ile başlıyordu. Söz kesmeyi bir nevi “ön akid” olan “nişan” ve nihayet “düğün” takip etmekte, böylece yeni bir yuva kurulmaktadır.

Türk geleneklerine göre, söz, nişan, nikâh, gelin olma, gelin indirme, düğün, gerdek, sağdıçlık son derece önemli evlenme tören ve gelenekleri idi. İslâmiyet öncesinde bu törenlerde görülen pek çok motif, bugün de canlı olarak bütün Türk toplumlarında yaşamaktadır.

 

Not: Bu makalenin kaynakları için şu eserimize bakınız: Ali Güler, Türk’ün Tarihi-1 Bozkırın Efendileri, Halk Kitabevi, İstanbul, 2016.