KAÇEP Nedir ?

KAÇEP, Kadın "Aile Çocuk Engelli Politikaları" nın kısaltmasıdır.

KAÇEP olarak amacımız dayanışmayı, paylaşmayı ve kardeşliği esas alan ahenk içinde huzurlu bir toplumsal düzenin tesis edilmesidir.

İLETİŞİM
  • Adres: Ceyhun Atuf Kansu Caddesi
    No:128
    Balgat/ANKARA
  • Telefon: +90-312-472 55 55
  • Faks: +90-312-473 15 44

 

KORONAVİRÜS PANDEMİSİ ÖRNEĞİNDE BİR “KRİTİK ANLAR” SOSYOLOJİSİ DENEMESİ

 

Prof. Dr. Mustafa MACİT

Atatürk Üniv. İlahiyat Fak. Din Sosyolojisi ABD

 

Rivayete göre 1950’li yıllarda bir İngiliz şilebi Portekiz’den aldığı şarapları İskoçya’ya götürür. Limanda yükünü boşalttıktan sonra, şilepte çalışan denizcilerden birisi, kontrol için soğuk hava deposuna girer. Onun içerde olduğunu fark etmeyen başka bir denizci ise kapıyı dışarıdan kapatır. Şilep Lizbon’a doğru yola çıkar. Mahsur kalan denizci çıkmak için çabalar ama başarılı olamaz. Depoda açlıktan ölmeyecek kadar yiyecek bulur. Ancak deponun dondurucu soğuğuna fazla dayanamayacağının da bilincindedir. Çakısıyla çelik duvarlara kendisini bekleyen ölüm sürecini yazmaya, kazımaya başlar: Soğuğun vücudundaki öldürücü etkilerini, el ve ayaklarının nasıl duyarsızlaştığını, donan burnunu ve buz gibi havanın yakıcılığını anlatır.

Şilep limana vardığında deponun kapısını açan kaptan denizcinin cesediyle karşılaşır. Duvarlara kazdığı yazıları okur ve şaşırır. Çünkü soğuk hava deposunun derecesi 19’dur. İskoçya’ya götürdükleri şarapları 18 derecede taşınmayı gerektirmiş, şaraplar boşaltıldıktan sonra soğutma sistemi zaten kapatılmış olup kendi haline bırakılan deponun sıcaklığı bir derece yükselmiştir (Bernard Werber, Mutlak ve İzafi Bilgiler Ansiklopedisi).

 

Yukarıdaki hikayeden anlaşılan, denizci donarak ölmemiş, donduğunu sandığı veya donduğuna inandığı için ölmüştür. Daha teknik bir ifadeyle varoluşsal güvenlik algısını tehdit eden, gündelik hayatın rutinini bozan bir süreç, “kritik an” yaşamış; bilişi ile yaşadığı anın gerçekliği arasında beliren tutarsızlığın veya çelişkinin kurbanı olmuştur. Hem bireysel hem de kolektif düzeyde gündelik hayatımız doğal akışı içerisinde rutin bir normallikler dünyası olsa da bu nevi “kritik anlar”a da gayet açıktır. Söz konusu “kritik anlar”, aslında ‘zaman’ içerisinde yaşanan, kritik ‘süreç’ler olup bu ‘süreç’lerle ilgili algı, tutum ve davranışlarımız ‘zaman’la ilişkimizi belirlemeye dair yabana atılmayacak bir gerçeklik ve değer kazanırlar.

Koronavirüs Pandemisini modern ‘zaman’ içerisinde yaşanan kolektif bir “kritik an” ‘sürec’i olarak ele almak bütüncül bir tanımlama olarak yeterli olmasa da yanlış değildir. Tabi ki toplumların hayatında yaşanan herhangi bir ‘süreç’, mutlak anlamda yeni değildir, geçmişin, içerisine doğduğu zamanın etkileriyle şekillenmiştir. Koronovirüs Pandemisinin de içerisinde yaşadığımız çağın koreselleşmiş modern toplumsal durumundan ayak alan sosyolojik bir bağlamının olduğu kuşkusuzdur. Nitekim 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan toplumsal durumu tanımlama adına ve adeta Koronovirüs Pandemisine dair bir sosyolojik kehanet olarak okunabilecek çalışmasında Beck, “Risk Toplumu”nu kavramsallaştırmıştı. Buna göre modernite ve onun paralelinde gelişen bilim ve teknoloji, insan aklının doğal ve toplumsal ortamlar üzerindeki hakimiyetini artırıp, geleneksel risk ve tehlikeleri bertaraf ettiği kadar yeni, beklenmeyen, önlenemeyen, sigortalanamayan risk ve tehlikeler üretmişti. Sağlık, meşruiyet, mülkiyet vb. alanlarla ilgili risk ve tehlikelerle dolu “Risk Toplumu”nda hiçbir toplumsal kesit ya da birey, risklerden korunmuş da değildir. Artık onlara düşen risk hesapları yaparak yaşamaktır. Ne var ki sağlıktan ekonomiye kadar uzanan bir yelpazede çeşitlenen riskleri hesaplamak ise birer uzmanlık gerektirmekte olup herhangi bir bireyin bütün alanlarda uzmanlaşması imkansız olduğu için risk hesaplaması yaparak yaşayabilmek oldukça maliyetli ve güç bir iştir. Kaldı ki modernitenin küreselleşmesiyle birlikte insan ve toplum hayatının çeşitli alanları da artık tıpkı dünya gibi bir ağ görünümüne bürünmüştür. Sağlık, ekonomi, eğitim, din, politika vb. bütün yaşam alanları iç içe geçtiği ölçüde herhangi bir alanda ortaya çıkan söz konusu bir risk, Koronovirüs salgını örneğinde olduğu gibi hem dünya ölçeğinde hem toplumsal hem de bireysel düzlemde hayatın bütün alanlarını ilgilendirecek bir tehlike ve küresel bir süreç,  “kritik an” olarak yaşanabilmektedir. Nitekim Koronavirüs salgını Çin merkezli; ortaya çıkışı itibariyle yerel olsa da geldiği noktada küresel ve o ölçüde küyerel bir fenomene dönüşmüş; küreselleşme süreciyle ağ görünümüne bürünmüş bir dünyada adeta içerisine doğduğu toplumsal dönemin adına uygun olarak “post”, merkezsiz/çok merkezli hale gelmiştir. Sağlıkla ilgili olsa da ekonomiden politikaya ve dine uzanan ölçekte etkiler göstermeye başlamış; toplumsal ve bireysel düzlemde hayatımızın bütün boyutları üzerinde ve güçlü, zengin; hareketli (küresel), güçsüz, yoksul; hareketsiz (yerel) demeden bütün toplumsal kesitlerin üzerine çullanmıştır.

            Farklı bakış açılarından hareketle üzerine farklı şeyler söylenebilecek, yeni bir dünyanın kurulacağının işareti olarak yorumlanan Korona Pandemisi ile en azından artık içerisinde yaşadığımız dünyanın mevcut gerçekliğine dair yeni bir farkındalığa ulaşmak zorunda olduğumuz kesindir. Kanaatimce bu salgın, aslında yarım asırdır içerisinde yaşadığımız dünya gerçekliğine dair hiç olmadığı kadar durumsal bir farkındalık yaratmaya gebedir. Sosyokültürel, dini, politik, ekonomik boyutları itibariyle dünya eski dünya olsa da ona dair söz konusu alanların “bilişi” yenilenmek realiteye uygun hale gelmek durumunda kalacak gibi. Zira her “kriz” daima, “bilişi” yenilemek üzere kök anlam kardeşi “kritik”e bir çağrıdır.

Korona Pandemisi, gündelik hayatın rutinini bozan, alışılageldiği gibi davranmanın kaçınılmaz olarak işlemediği, bireylerin varlıksal güven duygusunu koruyan kozayı tehdit eden, risk hesaplarının ön plana çıktığı en önemlisi ise realite ile ona dair bilişin çeliştiği bir küresel süreç, “kritik an” dır. Nihayetinde Çin’de baş gösterdiğinde dünyanın geri kalanının bireysel ve kolektif  bilişlerinin bir kısmı, “Yapacak hiç bir şey yok, sonumuz geldi” diyerek paranoyak hale gelip bir kısmı da  salgını yerel bir fenomen olarak algılayıp tepki vermiş; “Havalar ısınınca geçer.” “Bu Çin’de zaten fazla olmaya başlamıştı.” “Bize bir şey olmaz.” vb. söylemlerle karşılamış böylece gelinen noktada realiteyle çelişerek, tutarlığını kaybetmiştir. An itibariyle her iki bilişin ortak kaderi, denizci örneğine benzer bir şekilde -duvara olmasa da- sosyal medya hesaplarına kendilerini bekleyen süreci kazımaktır.

Realite ile ona dair bilişin çeliştiği bir durumda tutarlılığı sağlamak için ya realitenin ya bilişin değiştirilmesi ya da bilişin realiteye uymayan veya realitenin bilişe uymayan yönlerinin görmezden gelinerek bilişsel kontrolün sağlanması ve böylece gündelik hayatın yeniden rutinleştirilmesi gerekir. Özellikle sosyal medyaya yansıyan yönleriyle, paranoyadan kaderci bir kabullenişe veya aktif iradeci bir mücadeleye kimi zaman mizaha uzanan yelpazede çeşitlenen bireysel, kolektif tutum ve davranışları bu çerçevede anlamak mümkündür.

Bilişsel tutarlılığı sağlamak, çelişkiyi hafifletme ve böylece gündelik hayatı yeniden rutinleştirmeye yönelik tavır ve davranışlar düzeyinde din sosyolojik bağlamda açık olan hususlardan biri, özellikle kolektif düzlemde realiteyi anlamlandırma, bilişsel çelişki çözme veya bilişsel kontrol sağlamanın geleneksel araçlarından biri olan “din”in yerini tıbbın aldığıdır. En azından sadece tıbba kulak veren, onun söylediklerini meşrulaştıran dini söylemlerin kamuoyu tarafından satın alındığı gayet açıktır. Herhalde gündelik hayat bir yandan sekülerleşirken diğer yandan medikalleşmiş, Korona Pandemisi ile medikalleşme pik yapmış; eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in konuyla ilgili yaptığı bir açıklamanın yörüngesinde belirtmek gerekirse tıbbın dediği dinin dediği olmuştur.  Böylece din sosyolojik bir bakışla ve özellikle de Geertz’in “kültürel, sembolik bir sistem olarak din” kavramsallaştırması çerçevesinde medikalleşmeyi yükselen bir din gibi okumak pekala makul hale gelmiştir. Geertz’in bakış açısını analitik bir araç olarak kullanıp bu konuda çok şey söylemek mümkün olsa da son aylarda Türk televizyonlarında reyting başarısı yakalamış “Mucize Doktor” ve “Hekimoğlu” adlı medikal dramalar üzerinden bir değerlendirme ile yetinebiliriz:

Her iki dizinin de baş aktörü olan doktor tiplemeleri sanal ancak hipergerçek, “karizmatik önder”lerdir. Karizma, Weber tarafından “tanrı vergisi” bir güce sahip olarak addedilen, dünya dinlerinin kurucularını, peygamberleri, askeri ve siyasi kahramanları değerlendirmek üzere sosyolojik literatüre dahil edilmiş analitik bir kavramdır. Özel işaretleri mucizeler, vahiyler, kahramanlıklar ve göz kamaştırıcı başarılar olan karizmatik liderler, bütün kurumsal rutinlerin, gelenekten kaynaklanan ve rasyonel yönetime bağlı olan tüm tekdüze işleyişlerin karşısında; kurumsal yaşamın dışsal istekleriyle sürtüşme halindedirler. Her iki medikal dramaya dair basit bir gözlem başroldeki doktor tiplemelerinin geleneksel, kurumsal doktor hatta ortalama insan tiplemesine  göre oldukça sıra dışı birer karakter olarak tam da bu analitik çerçeveye oturduklarını, görmek için yeterlidir. Nitekim peygamberlere özgü addedilen “mucize”nin bir doktor için kullanılıyor olması da manidardır. Mucize Doktor adlı medikal dramadaki doktor, dijital efektlerle resmedilen bir cezbe haliyle adeta vahiy alan bir tiplemedir. Anladığım kadarıyla (sanırım her iki dizinin de Amerikan uyarlaması olmasının da etkisiyle) Mucize doktor, adeta “ölüyü dirilten”, “kör insanın gözünü açan”, Hekimoğlu ise insanların “ne yiyip içtiklerini, neyi sakladıklarını” bilen birer tipleme olarak Hz. İsa’dan rol çalmaktadırlar (Bunlar, Kur’an’da Hz. İsa’ya atfedilen mucizelerdir).  Koronavirüs ile mücadele kapsamında neler yapılması gerektiğini anlatan kamu spotlarında  her iki dizinin baş aktörlerinin görev almış olmaları da hipergerçek, medikal-dini karizmatik önderlik vizyonlarının bir uzanımı olsa gerektir. Söz konusu kamu spotlarının içeriği de “tıpkı görünüşte hiç bir anlama gelmeyen herhangi bir realiteyi kutsal bir kozmoza yerleştirip anlamlandırarak, yasallaştıran, sosyal kontrolü sağlayan geleneksel, kurumsal dini” söylemleri çağrıştırmaktadır. Bu değerlendirmelermizde yanılmıyorsak burada şunu söyleyebiliriz: Giderek yoğunlaşan bir süreç olarak gündelik hayatın medikalleşmesi kolektif düzeyde yaşanan bir “kritik an” olan Koronavirüs Pandemisi ile taçlanmış, hayatımızda hiç görmediğimiz kadar doktor tanımış, hiç duymadığımız kadar tıbbı terim öğrenmiş; yukarıda tanımladığımız bağlamda bir din haline gelen ancak bizleri sadece biyo-insan olarak kavrayan bir dinin müntesiplerine dönüşmüş durumdayız.

            Bütün boyutlarıyla birlikte içerisinde yaşadığımız durumun nereye evrileceği bilinmez ancak denizci hikayesinin analitik yörüngesinde, modern bir ‘zaman’ içerisinde yaşadığımız bir ‘süreç’in sadece tıbbı değil sosyal, kültürel, ekonomik ve politik gerçekliğiyle tutarlı hareket edemezsek denizci örneğinde olduğu gibi kapılar açıldığında bizim halimizi ve süreçte yaşadıklarımıza dair duvarlara kazıdıklarımıza bakacak olanların hayretler içerisinde kalması işten bile değildir. Eğer yeni bir dünyanın veya devam ‘zaman’ın içerisinde kendimizi bulacaksak o dünyanın veya ‘zaman’ın ruhuna hakimiyet düzeyimiz bu ‘süreç’in gerçekliğine dair bilişimizle, ilgili tutum ve davranışlarımızla oldukça yakından ilişkili olacaktır. Ne var ki şu an bir yönüyle kaybetmiş olduğumuz bilişsel kontrolün, realiteyle tutarlılığın, tutarlı bir gündelik hayat rutininin sağlanmasında tıp, siyaset, din vb. herhangi bir kurumsal alanın tek başına başarılı olma şansı oldukça zor görünmektedir. Herhangi bir söylemin sadece sosyal olarak kurulan, inşa edilen değil aynı zamanda sosyal realiteyi kuran yeniden inşa eden bir fenomen olduğunu hatırladığımızda olay üzerine bilişsel kontrol sağlama adına yaygın ve yoğun bir şekilde hayatımıza giren, bizi sadece biyo-insan olarak gören tıbbi söylemlerin sosyal pratiğimizi yeniden nasıl inşa ettiğine, neyi normalleştirdiğine dikkat kesilmek bu iddiamızın altını doldurabilir. Örneğin, nesnel, bilimsel veriler çerçevesinde üretilmiş güncel tıbbi söylem, Koronavirüsün “yaşlılar için daha büyük bir risk” olduğunu ilan etmiştir. Bu söylem, dolaşıma girip üretildiği bağlamı aşan bir gerçeklik haline geldiği andan itibaren hele de “İzahı olmayanın mizahı olur.” ifadesinin yörüngesinde yelkenleri şişen, mizah gibi bir normalleştirme alanının kapsamı içerisinde “yaşlı”ya bakışa dair sosyal pratiği yeniden inşacı ve kurucu bir güce dönüşebilmektedir. Sosyal medyada dolaşıma giren, üzerinde Dede Toplama Aracı yazan bir belediyearabası görseli, bir tıbbı söylemin dolaşıma girip özellikle de mizaha konu olduğu andan itibaren “yaşlı”ya bakışa dair hangi sosyal pratikleri normalleştirmeye, hangi sosyal pratikleri kurmaya başladığını ve insani, sosyal gerçekliğimize dair yeni bilişsel tutarsızlıklar ürettiğini anlamak için yeterli olsa gerektir. Nihayetinde tıbbi söylemde “riskli” damgası yiyen “yaşlı” ile “taşıyıcı” damgası yiyen “çocuk” veya “genç” sosyal etkileşim dünyasında karşı karşıya gelmiş özellikle doğru bir kararla da olsa sokağa çıkması yasaklanan “yaşlı”,  gençlerin nazarında sosyal, kültürel, dini ve insani olmayan muamelelere konu olmaya başlamıştır ki son bir kaç gün içerisinde tam da bu çerçevede haberler ekrana yansımıştır.

“Kriz” ile “kritik” kavramlarının köken birliği çerçevesinde bütün bu değerlendirmelerimiz bir kriz üzerine gündelik gözlemlerden hareketle yapılmış çağrışımsal bir kritik babındadır. Bu kayıtla geldiğimiz noktada galiba öncelenmesi gereken, “yapacak hiç bir şey olmadığında değil yapacak hiçbir şey olmadığına inandığımızda kaybetmiş” olacağımızı bilerek “düşünce ve eylemin sürekli birbiri üzerine yansıtılmasıyla yeniden üretilen” refleksif/düşünümsel”, insanı bütüncül bir tarzda kavrayan bir zihniyete yönelmektir. Burada zihniyet kavramını da tesadüfen kullanmış değiliz. Nihayetinde zihniyet, coğrafya, kültür, din, siyaset, üretim tarzı vb toplumsal hayatın bütün alanlarının kompleks etkileriyle oluşan hem bilişsel hem toplumsal pratik düzeyle ve her ikisinin birbiri üzerine yansımasıyla şekillenmiş bir fenomen olmakla birlikte biliş ile realite arasında ilişki ve etkileşimin formudur.