KAÇEP Nedir ?

KAÇEP, Kadın "Aile Çocuk Engelli Politikaları" nın kısaltmasıdır.

KAÇEP olarak amacımız dayanışmayı, paylaşmayı ve kardeşliği esas alan ahenk içinde huzurlu bir toplumsal düzenin tesis edilmesidir.

İLETİŞİM
  • Adres: Ceyhun Atuf Kansu Caddesi
    No:128
    Balgat/ANKARA
  • Telefon: +90-312-472 55 55
  • Faks: +90-312-473 15 44

 

Virüs Salgını’nın Götürüsü Yaşlılarımız Olmasın!

Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN

Tabiat ve içindeki tüm varlıklar, Yaratıcı Gücün koyduğu işleyiş yasaları çerçevesinde doğal bir denge üzerinde yaratılmışlardır ve devamlılıklarını da bu dengeye göre sürdürmektedirler. Doğal olmayan her müdahale, tabiattaki tüm dengeleri altüst ederek varlıkların farklı bir yapıya dönüşmelerine sebep olmuştur ve olmaktadır. İnsanın tabiatın doğal akışına karışması, yapay kanunlar koymak isteyişi, bu dengenin bozulmasındaki en mühim sebeptir. Bu da tabiatta bir boşluk oluşturmaktadır. Oysaki meşhur bir söze göre “tabiat boşluk kabul etmez!” Bozulan doğal dengeyi başka denge unsurları doldurmak ister. Dünya tarihinde zaman zaman rastlanan salgınları da bu kapsamda değerlendirebiliriz.

Yaşlı dünyamızın salgın hastalıklar tarihini araştırdığımızda, ulaşabildiğimiz birkaç önemli salgın hastalıktan birisi hiç kuşku yok ki ‘veba’dır. Orta Çağ’da ilk olarak Afrika üzerinden fareler ve pirelerin taşıyıcılığı vasıtasıyla denizcilik yolunu kullanarak yayılan veba salgını, Avrupa kıtasında tıbbi hiçbir önlem alınmayışından ötürü büyük bir felaketle sonuçlanmıştır. Bu büyük salgında kilise, hastalığın sebebinin, emirlerine uymayan kullarına Allah tarafından gönderilmiş bir ceza olduğunu, bunun yok olmasının tek yolunun da kiliselere doluşarak toplu dualar etmek olduğunu söylemiştir. Bulaşıcı bir hastalık olan ve o yıllarda karantinadan başka tedbiri bulunmayan veba, bu uygulamayla daha da artarak devam etmiş ve milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanmıştır. Veba salgını ilk olarak on dördüncü asırda yaşanmış, aralıklarla tekrar tekrar ortaya çıkmış ve gerçek sebebi tam olarak anlaşılamadığı için bu olumsuzluklar ortaya çıkmıştır. Avrupa’da bu salgının önlenemeyişinin bir sebebi de Orta Çağ’ın karanlık zihniyetinin egemenliğidir. Orta Çağ, Batı dünyası için bilimin her türlü gelişmesine kapıların kapalı olduğu bir zaman dilimidir. Kilisenin katı dinî tutumu, her türlü bilimsel düşünüşün önüne geçtiği için bilimle uğraşanlar, sözgelimi vebanın fiziksel bir rahatsızlık olduğunu, bunun ancak ilaçla ve tecrid edilmekle (karantina) düzelebileceğini söyleyen kişiler, çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. Bu kişiler, içlerine şeytan girdiği gerekçesiyle kilise tarafından Engizisyon’da yargılatılarak en hafifi ömür boyu hapse mahkûm edilmek üzere diri diri yakılarak öldürülme cezasına kadar insanlık dışı cezalara çarptırılmışlardır.

Buna mukabil Orta Çağ’da dünyanın en büyük gücü haline gelen Türk-İslam medeniyeti ise bu üstünlüğü, bilim ve teknikteki ilerlemelerine ve üstünlüklerine borçluydular. Türk milleti, İslamiyet’i tanımaya başladıkları 751 Talas savaşından itibaren bireysel kabullerle bu son ilahi dini kabul etmeye başlamışlar ve diğer Müslüman milletlerle birlikte bilim ve felsefe yolunda insanüstü çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmalar matematikten astronomiye, mühendislikten tıbba varıncaya kadar her alanda gerçekleştirilmiştir. Dokuzuncu asırda Harezmî, matematik alanında; Fârâbî, felsefenin yanında fizik alanında; onuncu asırda Ebû Bekir Zekeriyya Râzî ve İbni Sînâ yine felsefedeki üstünlüklerine ilaveten tıp alanındaki icat ve keşifleriyle; on üçüncü yüzyılda Ebu’l-İzz el-Cezerî Anadolu’da mühendislik alanındaki icatlarıyla…. Bilim Tarihi’ne çok önemli katkılar sunmuşlardır.

Bunlar arasında özellikle Ebû Bekir Zekeriyya Râzî, daha onuncu asırda çiçek ve kızamık hastalığına aşı bularak bu iki hastalığın yayılmasını engellemiştir. On beşinci asırda şehzadeler şehri Amasya’daki Şifahane’nin başhekimliğini yapan Sabuncuoğlu Şerefeddin, yaptığı deneylerle tiryak adını verdiği ve günümüzde antidot denilen panzehir üretimini başararak zehirlerin etkisini ortadan kaldıran kimyasal ilaçları üretmeyi başarmıştır.

Orta Çağ’da Avrupa, karanlıklar içinde her türlü bilimsel gelişmeye kapılarını kapatırken, Türk-İslam medeniyetindeki bu ilmî gelişmeler, Avrupa’nın on beşinci asırda bir Rönesans başlatmasına yol açmış ve Batı dünyası bu Rönesans sonrasında on yedinci asırdan itibaren bilimde süratle ilerlemeye başlamış ve bugünkü seviyesine ulaşabilmiştir. Bu Rönesans’ın gerçekleşmesinin asıl sebebi, Avrupalıların Türk-İslam dünyasındaki gelişmeleri görmeleri, bundan haberdar olmalarıdır. Bahsi geçen çağda aynı salgın, Türk-İslam coğrafyasında da görülmesine rağmen bu felaket, çok az sayıda vak’a ile atlatılmış ve en az ölüm de Anadolu coğrafyasında olmuştur. Bunun sebebi de hekimlikte ileri düzeyde bulunulması ve buna bağlı olarak da karantina uygulanması ve buna uyulmasıdır.

Tarih içerisinde yine pandemi denilen küresel salgınlar yaşanmış, insanlar bunlardan büyük ölçüde zarar görmüşlerdir. Bundan yaklaşık otuz-kırk yıl kadar önce de dünyada bir aids salgını yaşanmış ve insanlar bundan da dehşete düşmüşlerdi. Vebanın sebebinin temizlik kurallarına yeterince uymamak olduğu sonradan anlaşılmıştı; aids hastalığının sebebinin de bir maymun türünden kaynaklandığı iddia edilmişse de dikkat çeken ayrıntı, yaygın olarak yine tabiat yasalarına aykırı olan eşcinsellerde görüldüğünün tespit edilmesiydi.

Farklı zamanlarda yaşanan ve birçok insanın ve diğer canlıların ölümüne yol açan tifo, tifüs, kolera gibi salgınlar da dünyamızın gördüğü pandemi olayları olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bütün bu olayların, tabiatın yasalarına müdahale etmekten kaynaklandığını düşünmekteyim. Bu tarz salgınlar geçmişte, tabiatın Yaratıcı tarafından belirlenmiş yasalarına belki bilmeden müdahale edilmesiyle ortaya çıkıyordu; ama günümüzde bu yasalara bilerek etki edilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Artan dünya nüfusuna yetmeyen gıda üretiminden dolayı genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) olarak nitelendirilen doğal yapıları değiştirilmiş tohumlardan elde edilen gıda ürünleri hem bitkilerin, hem toprağın hem de insanın organik yapısını alt üst etmektedir. Toprağın verimini arttırmak için atılan kimyasal gübreler de toprağı, bitkiyi ve insanı etkileyerek doğal yapısından uzaklaştırmaktadır. Yine artan dünya nüfusunu dengelemek için laboratuvar ortamında bazı mikroorganizmaların üretilerek ortalığa salındığı da bilinen gerçeklerdendir. Dünyamızın karşılaştığı son pandeminin nedeni olarak gösterilen ‘korona virüsü’ için de böyle bir üretilmiş virüs olduğu söylentisi çeşitli mahfillerde dile getirilmektedir.

İster kendiliğinden olsun, ister laboratuvar ortamında üretilerek bulaştırılsın tabiat, doğal akışı içerisinde kaldığı müddetçe böyle olaylara rastlanmayacak, aksi durumda ise bu olaylar kaçınılmaz hale gelecektir. Çünkü tabiattaki bir başka yasa da etkinin tepkiyi doğurmasıdır.

Gerek deprem, sel, çığ, fırtına gibi doğal afetlerde, gerekse salgın hastalıkların görüldüğü zamanlarda ortaya çeşitli olumsuzlukların yanında olumluluklar da çıkar. Bu olumsuzluklar arasında toplu ölümler, sakatlanmalar, evsiz barksız kalmalar, kıtlıklar gibi maddi felaketler bulunduğu gibi, fırsatçılık, hırsızlık, dolandırıcılık ve belki hepsinden önemlisi muhtaç durumdakilere yardım etmemezlik, sevgisizlik ve saygısızlık gibi ahlaki olanlar bulunmaktadır. Birinci tür felaketlerin düzeltilmesi ikinci türden olanlara göre daha kolaydır. Çünkü ikinci tür felaketler, vicdanla, duygularla alakalıdır. Vicdanı ve duygusu olmayan insanlarda bunları inşa etmek zordan da ötedir.

Yaşadığımız salgında olumluluk olarak ortaya çıkabilecek durumlar arasında, sevgimizi bakışlarla ifade edebilmek, temizliğe daha fazla dikkat etmek, çevreyi ve tabiatı kirletmememiz gerektiğini öğrenmek, evde çalışmak, kitap okumanın önemini anlamak, yasaklara riayet etmeyi öğrenmek ve yapabiliyorsak devletimizin verdiği imkânlarla virüse karşı aşı, ilaç, tıbbi malzeme icat etmek sayılabilir.

Tekrar olumsuzluklara dönecek olursak, her felakete karşı korunma tedbirleri farklıdır. Mesela deprem, sel gibi doğal afetlerde birlikte yaşama tavsiye edilirken, bulaşıcı salgın hastalıklarda korunma yöntemi olarak tecrit etme yani karantina/izole etme önlemine başvurulmaktadır. Bu ikincisi, birincinin tam tamına tersi bir durumdur. Birincide toplu yaşama, ikincide ise en sevdiklerinden bile uzak durma, mesafe koyma söz konusudur. Son birkaç aydır, bütün dünyada karantina tedbirleri uygulandığı gibi, maalesef ülkemize de bulaşan bu amansız bulaşıcı korona virüsü salgını, Türkiye’mizde de evde kalmayı gerektiren tedbirler alınmasına yol açtı. Okullar ve üniversiteler tatil edilirken birçok devlet kurumu ve özel işyeri, bulaşmayı önlemek için ya işlerine ara verdi yahut nöbetleşe çalışma sistemine döndü. Bu önlemleri çok çabuk almayan Avrupa’nın bazı ülkelerinde çok hızla yayılan ve özellikle de yaşlılarda çoğunlukla ölümle sonuçlanan salgın yüzünden, hastaların tedavisinde insan seçme yöntemine başvurulduğunu öğrenmekteyiz. Özellikle yaşlı nüfusa sahip ülkelerde bu salgın, açıktan söylenmese de sanki yaşlılardan kurtulmak için bir fırsat gibi görülmüş olabilir. Sokağa çıkma yasağı ilan edilen İtalya, İspanya, Fransa gibi ülkelerde, evlerinde tek başına yaşayan birçok yaşlı insan, virüse yakalansa bile sağlık kurumlarına müracaat edemediği için bu korkunç hastalığın pençesinde inim inim inleyerek ölmektedir. Eğer hastanelere müracaat edebilmişse, bu kez de gençleri kurtarabilmek için sınırlı sayıdaki solunum cihazları yaşlılar yerine gençlere takılarak yaşlı insanlar ölüme terk edilmektedirler. Bu ise, Orta Çağ’da yaşanan veba salgınlarını akla getirmektedir.

Türk milleti, aile kurumuyla ayakta duran ve millet olma özelliğini aileden alan bir yapıya sahiptir ve aile, dedesiyle, ninesiyle, ana, baba, amaca, dayı, teyze, hala ve çocuklarıyla anlam ifade etmektedir. Bir atasözümüzde, “eskisi olmayanın, yenisi olmaz” denilerek ailedeki yaşlıların değerine işaret edilmek istenmektedir. Çünkü yaşlı insan demek, tecrübeli insan demektir. Yeterince tecrübesi olmayan toplumlar, en ufak problemde bile hata yapar; aksine güngörmüş tecrübeli yaşlıları bulunan aileler ise en sıkıntılı zamanlarda bile onların bir sözüyle sıkıntının üstesinden gelmektedirler. Bu konuyu bir kıssa ile şöyle anlatabilmemiz mümkündür.

Kendisinden başkasına değer vermeyen bir hükümdar, bir ferman çıkararak ülkedeki tüm yaşlıların öldürülmesini emreder. Evin yaşlısını teslim etmeyenler de öldürüleceklerdir. Çaresiz herkes yaşlılarını teslim ederler, ama içlerinden bir genç, babasına kıyamaz ve onu kimsenin bulamayacağı bir yere saklar. Bir zaman sonra ahaliyi bir kumsala toplayan hükümdar, kendi bilgeliğini ispat etmek için bir gün içinde kumdan bir tespih yapmalarını, yapamadıkları takdirde herkesi öldürteceğini söyleyip gider. Akşama kadar uğraşan gençler, bunu başaramayacaklarını anlayıp kaderlerine boyun eğmiş bir halde beklerken, babasını saklayan genç, gizlice babasının yanına gidip durumu anlatır ve babasından aldığı öğütle sahile döner. Akşam kumsala gelen hükümdar, ortada tespih göremeyince ahaliye dönüp niçin yapamadıklarını sorar. “Verilen süre doldu görevi yerine getiremediniz” der ve tam cellatlara infaz emrini vereceği sırada babasını gizleyen adam, hükümdara tüm ahalinin duyacağı bir ses tonuyla seslenir; “Hükümdarım biz bu görevi yerine getirirdik, lâkin bir sorun bakalım ki niye getirmedik” der. Hükümdar, olmayacak bir şeyin cevabı da olamayacağını bildiği için, alaycı bir edayla “neden?” diye sorar. Genç adam “Hükümdarım biz çok düşündük kumdan tespih taneleri yapmak zor değil. Lâkin bunun İmâmesi nasıl olacak? Sultanımız ya beğenmezse... Siz bu konuda tüm diyarın en iyisisiniz, İmameyi siz varken bizim yapmamız ne haddimize... Siz İmameyi yapın, biz de taşları etrafına hemen diziverelim!” diye cevap verir. Sultan çok zor durumda kalmıştır. İnfaz emrini veremez mecburen “tamam sizleri afettim!” demek zorunda kalır. Döner kurmaylarına; ”Hani hepsi ölmüştü bunların? Saklanan tecrübeli birini  gözden kaçırmışsınız!” der...

Şimdi bu hikâyeden hareketle bir virüs bütün hayatımızı, dünyamızı alt üst ederken, en değerli hafızamız olan, bir sözleri ile bizi yaşatacak ya da istikbalimizi kurtaracak olan en tecrübelilerimizi hedef almaktadır. Dünya öyle bir psikolojik duruma geldi ki neredeyse virüsün asıl sebebi olarak yaşlıları ilan edecekler.

Batı’da bunu yapıyorlar. Orta Çağ’ın engizisyonu, şimdi de korona virüsü vesilesiyle yaşlılar için uygulanıyor. Ülkemizde de maalesef yeterince vicdan sahibi olmayan bazı gençler, yaşlılarımızla alay etmek için çektikleri videoları sosyal paylaşım araçlarıyla servis etmektedirler. Ancak, ülkemizde bu tür olaylar, parmakla gösterilecek kadar az. Biz, millet olarak büyüklerimize saygılı olan, onları seven bir yapıya sahibiz. Bundan dolayı devletimizin askeri, polisi, gönüllü gençleri, yaşlılarımızın gıda, temizlik ürünleri vs gibi temel ihtiyaç maddelerini alarak evlerine teslim etmekte ve onların gönüllerini hoş etmektedirler. Yine devletimizin yetkilileri, hastanelerde, öncelikle yaşlılarımızın tedavi edileceğini duyurarak gönüllerimize su serptiler. Onları incitmemek için iletişim vasıtaları aracılığıyla gençlere yaşlılarımıza nasıl davranmaları gerektiğini anlatan TV yayınları hazırlayıp yayınlamakta, afişler bastırıp görünen yerlere astırarak bir farkındalık oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Korona salgınından öğrenmemiz gereken en önemli erdemler arasında yaşlılarımıza daha fazla sahip çıkmamız, onlara sevgi ve saygımızı hiçbir zaman eksik etmeden değerli olduklarını ve hayatımızın onlarsız kupkuru olacağını hissettirmemiz olsa gerektir. Onlara çok ihtiyacımız olduğunu, onlarsız bu karanlık yoldan çıkamayacak olduğumuzu ve onları çok sevdiğimizi söylemeliyiz. Onları feda edersek sıranın bize de geleceğini unutmayalım. Onlara evinde kal demeyelim, bizimle kal demeyi deneyelim. Onlar sayesinde bugünlere geldiğimizi, onların bizim öz değerlerimiz olduğunu asla unutmayalım.

Yıllar evvel bir belediye otobüsünde, göğsündeki İstiklal Madalyası ile ayakta kalan yaşlı bir amcayı hiç unutamıyorum. Fütursuzca hareket eden saygısızca konuşan gençlere dönen bu yaşlı amca, “Biz sizlerin bu saygısız davranışlarını görmek için mi gazi olduk, şehit olup toprağa düştük!” demişti. Bütün otobüs bir anda buz kesmişti. Kırk beş belki de elli sene evvel tanık olduğum bu olay, beni derinden etkilemişti. Bunu zaman zaman derslerimde öğrencilerime anlatır ve onlardan yaşlılarımıza sevgi ve saygı duymalarını tavsiye ederim.

Yazımızı, bu güzel ülkeyi bizlere emanet eden ulu önder Mustafa Kemal’in Atatürk’ün şu sözleriyle tamamlayalım: “Bir milletin yaşlı vatandaşlarına ve emeklilerine karşı tutumu, o milletin yaşama kudretinin en önemli kıstasıdır. Geçmişte çok güçlüyken, tüm gücüyle çalışmış olanlara karşı minnet hissi duymayan bir milletin, geleceğe güvenle bakmaya hakkı yoktur.”

Virüs gitsin, yaşlılarımız bizimle kalsın!